0

ABDURRAHMAN DİLİPAK,

“Yemen’de Ne Oluyor?”

 

İsimli yazısında, çok stratejik bir konumda olan ve çok zengin altın ve petrol kaynaklarına sahip Yemen’de uzun süredir kirli bir savaşın devam ettiğini yazmış. Yazar, Yemen’de halkın “gat” denilen bir uyuşturucuya alıştırıldığını sonra Lübnan Hizbullahının gölgesinde bölgeye Husilerin  geldiğini  ve  ardından hemen Selefi grupların yerleştiği bir bölgeye dönüştüğünü söylemiş.  Yazar, bundan sonra  oyunun  başladığını  ve “tavşana kaç, tazıya tut.”  bildik oyununun  devreye alındığını  yani önce kriz üret sonra çözüm için gel, önce hasta et, sonra ilaç sat, kontrollü bunalım stratejisinin tezahürü olduğunu söylemiş.  Yazar, Suudi Arabistan’la Husiler arasında birkaç yıldan bu yana  Suudi Arabistan sınır bölgesinde sıcak çatışmaların  yaşandığını yani Suudiler’in  Husilerle ilk kez karşı karşıya gelmediğini, bölgedeki Seleficilerin arkasında Suudiler’in , Şiilerin arkasında da İran’ın olduğunu yazmış.  Eski Yemen yönetiminin  ise bir kısım aşiretlerle kurduğu çıkar ortaklığını ayakta tutmak adına bu çatışmayı, kontrollü bunalım stratejisinin malzemesi olarak kullanmaya çalıştığını ve bu denge politikası bir yandan da ABD, İngiltere ve İsrail’in bölgeye yerleşmesini sağladığını söylemiş.

Yazar, iran ve Suudi liderliğindeki ülkelerin siyasi bağlantılarını ve Yemen’e karşı  kurulan  koalisyon için ise şunları söylemiş:

“İran Suudi Arabistan’ın Yemen’e müdahalesine karşı çıkıyor ama, kendisi Husiler üzerinden Yemen’e müdahale edebiliyor.. Husiler dün Ali Muhsin’e karşı savaşıyordu. Daha sonra bugünkü Cumhurbaşkanı Hadi’ye karşı General Ali Muhsin Husilere yaklaştı. Ama Husiler Islah hareketinin, Ali Muhsin’in yaklaşımını istismar etti. Husilerin bugün geldiği yerde şimdiki Cumhurbaşkanı Hadi’nin çelişkili ve tutarsız politikası kadar Ali Abdullah Salih’in de payı var.

 Suudi Arabistan Yemen Cumhurbaşkanı Hadi’nin çağrısı üzerine Yemen’e girdi ve operasyona 10 ülke fiilen destek verirken, Türkiye de operasyonu siyasi olarak destekliyor. Hadi Cuhurbaşkanlığı konutundan ayrılarak güvenli bir yere çekilmiş durumda.. Koalisyon ülkeleri Suudi Arabistan’a hava, kara ve denizden destek sağlamaktadır.

Geline noktada geçmişte Suudilerin yanlış politikalarının payı olduğunu görmek gerek. Önceki kral Yemen’deki Vehhabi grubları İhvan’a karşı destekledi. ABD bir yandan Şii Husilerin önünü açtı, öte yandan Selefi-Vehhabilerin önünü açtı. Bir yandan aşiretlerle siyasi ve ticari ilişkiler kurdu, öte yandan devletle masaya oturdu. Basını ve STK’ları yedeğine aldı. Ve olan oldu. Zaten istenen buydu.. Şimdi merak edilen, Yemen’de bundan sonra ne olacak. Koalisyon kara harekatı başlatacak mı? Husiler için yolun sonu mu? İran bu durum karşısında ne yapacak.. Sünni grublar Ali Muhsin’in geçici yönetimin başına geçmesini istiyorlar.. Bölgedeki İhvan ve  el Kaide bundan sonra ne yapacak!

İran, Irak ve Suriye’deki Şiiler üzerinden Suudi Arabistan’ı vurmaya kalkar mı? Suudiler  de İran’daki muhaliflerle kurduğu dirsek teması ile İran’ı kendi topraklarında köşeye sıkıştırabilir mi? Tabii aynı soru Suudi Arabistan için de geçerli. İran; Suudileri Mekke ve Medine’de ya da Şii bölgelerinde sıkıştırmaya kalkarsa durum ne olur?

Yemen jeopolitik ve jeostratejik açıdan son derece önemli. Çözüm çok kolay değil.  Yemen krizi bölge devletlerinde taşları oynatabilir. Gelişmeleri birlikte izleyeceğiz.”

KENAR YAZISI:

ABD bir yandan Şii Husilerin önünü açtı, öte yandan Selefi-Vehhabilerin önünü açtı. Bir yandan aşiretlerle siyasi ve ticari ilişkiler kurdu, öte yandan devletle masaya oturdu. Basını ve STK’ları yedeğine aldı. Ve olan oldu. Zaten istenen buydu.. Şimdi merak edilen, Yemen’de bundan sonra ne olacak. Koalisyon kara harekatı başlatacak mı? Husiler için yolun sonu mu? İran bu durum karşısında ne yapacak..

 

 

YUSUF KAPLAN,

 “Medrese ve Tekke Olmadan Aslâ!”

İsimli yazısında, Türkiye’de  yanlış anlaşılan konulardan birinin de medrese konusu olduğunu halbuki,  medreselerin,  yaklaşık bin küsur yıl İslâm medeniyetinin temellerini atan bir eğitim kurumunun adı olduğunu  ve İslâm medeniyetini geliştirdiğini, İslam medeniyetini  yeşerttiğini, filizlendirdiğini  ve geliştirerek onu yeni ufuklara eriştiren özgün bir eğitim modeli olduğunu yazmış.

Yazar, bugün medresenin yaşamıyor olmasıyla İslâm medeniyetinin çökmesi arasında bir bağlantı olduğunu,  Türkiye’nin dışındaki İslâm dünyasında medreseler bir  şekilde varlıklarını sürdürseler bile hiçbir yaratıcı atılıma, öncü açılıma öncülük edebilecek, önayak olabilecek, kaynaklık yapabilecek bir niteliğe sahip olmadıklarını söylemiş.
Yazar,  medresenin çökmesinin,  medeniyetin temellerini sarstığını ve bu durumun medeniyetin çökmesiyle sonuçlandığını, dolayısıyla Müslümanca biliş, duyuş, düşünüş, zevk ve beğeni biçimlerimizin yok olduğunu ve  Çöl’e mahkûm olduğumuzu yazmış.
Yazar, asıl yakıcı meselenin ise Müslüman toplumların  medreseye yeniden diriltici bir ruh üfleyemezlerse, yeniden esaslı bir medeniyet hamlesi gerçekleştiremeyeceklerini ve Müslümanca duyuş, düşünüş ve varoluş biçiminin, ancak İslâmî bir eğitim modeli ile geliştirebildiğimiz takdirde yeniden yeşertebileceğimizi yazmış.

Yazar, medrese ruhunun ve ufkunun Batı’da yaşadığını ve yeniden büyük insanların yetişmesinin ancak ve ancak medreselerde yetişebileceğini ise şu şekilde açıklamış:

Bugün Türkiye’de de, İslâm dünyasında da medrese ölü ama medresenin ruhu Batı’da yaşıyor aslında. Bugün medrese ruhu, bir şekilde, Batı’daki en yüksek eğitim kurumlarının da başvurduğu ve yaşattığı bir eğitim biçimi ve ruhu.
Medrese’de yüksek fikir, alanında zirve’yi temsil eden âlimin dizinin dibine oturarak geliştirilir.
Bir meseleye yoğunlaşan ‘’talebe’’, o meselede zirve noktayı temsil eden âlimin izini sürer ve örneğin Kurtuba’da yaşayan bu ‘’talebe’’, sözkonusu zirve âlim Bağdat’ta, Kahire’de, Basra’da ya da Tunus’da bile olsa o âlimi bulur ve onun rahle-i tedrisinden geçer.
Tabii bunun için, bir dolu imtihanı aşması, zorunlu icazetleri alması zarûrîdir.

Ayrıca  Yasin Aktay’ın çalışmasında denildiği gibi talebe-hoca ilişkisi, yalnızca bir bilgi alma ve bilgi aktarma ilişkisi değil; kendi terimlerimle ifade edecek olursam, bir geleneği tevarüs etme (öğrenme ve alma), temellük etme (özümseme ve kendine maletme) ve temessül etme (başkalarına sunma) ilişkisidir.
Zirve bir âlimin dizinin dibine oturan parlak bir talebe, medresede, sadece ilim tahsil etmez; o ilmi vareden ruh âlemini, hayat iklimini, zihin, davranış ve yaşayış biçimlerini de tahsil, tevarüs, temellük ve temessül eder.
 
İşte bu medrese modeli, bugün Batı’da özellikle de Amerika’da doktora programlarında bir şekilde uygulanan ya da uygulanmaya çalışılan bir modeldir. Lapidus, biraz önce zikrettiğim çalışmasında bu meseleyi etraflıca anlatır. Böyle bir şeyin olması doğaldır. Çünkü Batı’daki -modern Batı’yı kuran- Paris, Oxford, Padua, Bologna, Palermo, Marburg üniversitelerinin modeli, Bağdat, Kurtuba, Ezher ve Mağrip’teki medrese modelidir.
 

 

Sonuç olarak, bizim tarihte geliştirdiğimiz eğitim modeli, esas itibariyle medrese ve tekke modelidir.
Müslüman toplumlar, eğer yeniden toparlanacaklarsa ve tarihe tarihi yapacak bir aktör olarak gireceklerse, bunun öncelikli yolunun, ‘’entelektüel’’ tipinden değil, âlim, ârif ve hakîm şahsiyetlerinin, yeni Gazâlî’lerin, İbn Sina’ların, Mevlânâ’ların, İbn Arabî’lerin, Ebu Hanife’lerin, Itrî’lerin, Şeyh Galip’lerin, Bediüzzaman’ların yetiştirilmesinden geçtiğini iyi bilmeliler.
Başka türlü bir arpa bile yol alamayacağımızı, yalnızca bu ülkenin enerjisini su gibi harcamış olacağımızı, sürgünümüzü uzatacağımızı iyi bilelim, aklımızı başımıza devşirelim, kendimize gelelim; sözün özü, ‘’evimiz’’e dönelim önce, ‘’kendi’’mize, diyorum.”

KENAR YAZISI:

İşte bu medrese modeli, bugün Batı’da özellikle de Amerika’da doktora programlarında bir şekilde uygulanan ya da uygulanmaya çalışılan bir modeldir. Lapidus, biraz önce zikrettiğim çalışmasında bu meseleyi etraflıca anlatır. Böyle bir şeyin olması doğaldır. Çünkü Batı’daki -modern Batı’yı kuran- Paris, Oxford, Padua, Bologna, Palermo, Marburg üniversitelerinin modeli, Bağdat, Kurtuba, Ezher ve Mağrip’teki medrese modelidir.
 

 

 

LATİF ERDOĞAN,

“Haramiler”

İsimli yazısında, 2010 KPSS’de kopya alarak başkasının yerine yer işgal eden birinin itiraflarına yer verdikten sonra yorumunu yapmış.

Yazar, şahsın  üç günlük eğitim kampına çağırıldığını girişte, burada olanları ve konuşulanları en yakınlarının dahil hiç kimseyle paylaşmayacağıma dair, talak üzerine yemin etmesi gerektiğini, içeriye girdiğinde, kendisi gibi daha pek çok adayın olduğunu gördüğünü, grup halinde kendilerine KPSS sorularının ve cevaplarının verildiğini, evrakların dışarıya çıkarılmadan herkesin cevapları iyice bellemek zorunda olduğunu, imtihanlara girdiklerinde, soruların aynen kendilerine verilenlerle aynı  olduğunu, yüksek puan tutturarak memurluğa hak kazandığını ve sonuçta atamasının yapıldığını, devlete ait bir kurumda göreve başladığını söylemiş. Yazar, şahsın ifadelerine şöyle devam ettiğini yazmış: 

“Göreve başladığımdan beri çok şiddetli bir vicdan azabıyla kıvranıyorum.  Kimyam bozuldu. Sağlığım altüst oldu. Huzurum kalmadı. Eşim, bendeki bu değişikliği gördükçe üzüntüden ne yapacağını bilemez hale geldi. Ona açılabilsem belki rahatlayacağım. Ama bu aynı zamanda ondan boşanmış olmayı da göze almış olmam sayılacağından buna asla cesaret edemiyorum.

Mutlu bir yuvam var. Eşim de devlet okullarından birinde öğretmenlik yapıyor. Aslında özel bir kurumda ben de aynı mesleği icra ediyordum. Keşke yapılan teklifi kabul etmeseydim; ya da bu sınava hiç girmeseydim.

Şimdi, kendimden utanıyorum. Ben böyle bir haksızlığı niçin ve nasıl oldu da yaptım. Eşime ve çocuklarıma yedirdiğim ekmeğin haram olacağı endişesi beni her geçen gün eritiyor, tüketiyor. Bazen, Taksim meydanına gidip, avazım çıktığı kadar “ben hırsızım, beni cezalandırın” diye bağırasım geliyor. Ne ki, eşim ve çocuklarıma böylesi kötü bir anı miras bırakmaktan, onları toplum içinde yere bakar hale getirmekten korkuyor, bu korkuyla feveranlarımı bastırmaya çalışıyorum. 

Hele, eşimle ve yakın çevremdeki insanlarla sohbet ederken, konunun dönüp dolaşıp sınav sorularının çalınması meselesine gelmesi beni içten içe kahrediyor. Sınav sorularını çalanların ne büyük bir haksızlık yaptıkları, bunun düpedüz bir hırsızlık ve başkalarının haklarını gasp olduğu söylendikçe, hele hak sahipleri içinde nice mağdurların olabileceği dillendirildikçe ve bunlarla helalleşmeden ahiret sorgulamasında kurtuluşun imkansızlığı ifadeye döküldükçe, utancımdan sırılsıklam terliyorum; keşke yer yarılsa da yerin dibine geçsem diye dua ediyorum..”

İki sene kadar önceydi. Genç muhatabım, yüzü sapsarı, dudakları titrek, gözyaşları içinde bana bunları anlatırken, ben mağdurlar çağrışımlarının tufanına tutulmuş gibiydim. Kim bilir bu mağdurlar arasında kimler vardı.. 

Kendisine, Diyanet’e müracaat etmesini, böylesi bir yeminle talak/boşanma vaki olup olmayacağını sormasını tavsiye ettim. Ayrıca, her gün vicdan azabıyla yaşamaktansa doğruları yetkili yerlere aktararak sonucuna katlanmasının daha doğru, daha erdemli bir davranış olacağını söyledim. Sonuç ne oldu, genç hangi noktada karar kıldı, bilemiyorum..

 Devlet, devlet memuru alma sistemini baştan sona değiştirmedikçe ve konuyla alakalı mekanizmayı sağlam ve güvenilir insanlara teslim etmedikçe, söz konusu hırsızlık ve yolsuzlukların önünü almak ihtimali yok gibi görünüyor. Radikal, kökten ve kalıcı tedbirlere ihtiyaç var.

Keşke, örgüt liderleri, haksızlığa karşı hassasiyetini anlatmada, askerde kışla yemeği yemediğini, askeriyeye ait kağıdı kullanmadığını, idareciliğini yaptığı kursta talebeye ait yemeği yemediğini, talebeye ait sabunu kullanmadığını övünç vesilesi yapacağına, bütün o yapmadıklarını yapsaydı da, böylesi harami bir topluluk yetiştirmeseydi..   

Meğer, her başarılı insana hırsız yaftası takmaları, kendi başarılarının hepsini hırsızlıklarına borçlu olmalarından kaynaklanan söz konusu sabıkalı haldenmiş. Bakalım daha ne hallerine, ne melanetlerine şahit olacağız.. “  

KENAR YAZISI:

Hele, eşimle ve yakın çevremdeki insanlarla sohbet ederken, konunun dönüp dolaşıp sınav sorularının çalınması meselesine gelmesi beni içten içe kahrediyor. Sınav sorularını çalanların ne büyük bir haksızlık yaptıkları, bunun düpedüz bir hırsızlık ve başkalarının haklarını gasp olduğu söylendikçe, hele hak sahipleri içinde nice mağdurların olabileceği dillendirildikçe ve bunlarla helalleşmeden ahiret sorgulamasında kurtuluşun imkansızlığı ifadeye döküldükçe, utancımdan sırılsıklam terliyorum; keşke yer yarılsa da yerin dibine geçsem diye dua ediyorum..”

 

 

AHMEY AY,

“Zoraw ya da Ziryab”

İsimli yazısında, Avrupa'yı kasıp kavuran bu dahi ismin maalesef tanınmadığını , Kürtlerin  ise onu hiç tanımadığını yazmış.

Asıl adının Ebul Hasan Ali Bin Nafi olan Zoraw’un, Musullu bir Kürt  ailesinin tek çocuğu olduğunu,  IX.yüzyılda Hıristiyan Batı ve Müslüman Doğu’nun onun müziği ve estetik anlayışıyla birbirine yaklaştığını ve dostluk kurduğunu yazmış.

İbn Haldun: "Zoraw'ın etkisi ve gücü okyanusun dev dalgaları gibi tüm İspanya ve Kuzey Afrika'yı silip süpürdü, geriye ölümsüz bir miras bıraktı" dediğini; ama bizim ünlü stratejist Zoraw'ı tanımadığımızı söylemiş.

İngiliz R. Nicholson’un: "Ziryab, varlığını yüzyıllarca tereddütsüz devam ettiren tek modeldi ve öyle de kalacak. Tarihte hiç kimse insan aklının ve ruhunun derinliklerine aynı anda onun kadar güçlü bir şekilde inemedi" dediğini , Ziryab’ın bir toplumu değiştirip dönüştürdüğünü  hatta Erken Dönem Rönesans'ın onunla başladığının söylendiğini, Tıp, astronomi ve felsefenin  Ziryab ile Avrupa'da buluştuğunu, hayranlıkla anıldığını, Ziryab’ın geride büyük bir sevgi ve hayranlık bıraktığını ama Ziryab’ın  ülkemizde  tanınmadığını yazmış.

Yazar, Kürt Milliyetçiliğini her şeyin önünde tutanlara sormak istediğini ve neden acaba  Fanon, Fuko, Hegel, Freud, Cigerxwin'e dair makaleler dolusu bilgiye sahip oldukları halde ,neden bugüne kadar Zoraw diye bir şahsiyeti duymadığını sormuş.

Yazar, Zoraw’a izafet edilen yenilikleri ise şöyle sıralamış:

“İlk uçan insanı tasarlayan Zoraw, Dünyanın ilk tıp fakültesini kuran Zoraw,

İlk kez diş macununu, deodorantı, şampuanı, üç öğün yemek kuralını icat eden Zoraw... Bu Ziryab nasıl bilinmez?

Bilindiyse nasıl olur da tanıtılmaz?

Bunun sebebi ne ola ki?

Beni bu bilge şahsiyetle tanıştıran anne baba Türk bir Kaymakam,

Endülüs'ü konu ettiğim bir yazıdan sonra "üstad, yazıda önemli bir eksilik var" dedi ve ZİRYAB'ı okumamı istedi.

Burada bir kere daha Çınar Kaymakamı sevgili İsmail Şanlı Beye teşekkür ediyorum.”

KENAR YAZISI:

Yazar, Kürt Milliyetçiliğini her şeyin önünde tutanlara sormak istediğini ve neden acaba  Fanon, Fuko, Hegel, Freud, Cigerxwin'e dair makaleler dolusu bilgiye sahip oldukları halde ,neden bugüne kadar Zoraw diye bir şahsiyeti duymadığını sormuş.

 

 

Ryan Reynold

0 yorum

FİKRİNİZİ BELİRTİN

Zorunlu alanları doldurunuz *